Sinema, film üstüne saptanmış görüntülerin ya da çizilmiş desenlerin ışıkla
bir perdeye art arda düşürülerek hareketli görüntüler elde edilmesi temeline
dayanan sanat dalı. Sinema, herhangi bir hareketi düzenli aralıklarla parçalara
bölerek bunlarınresimlerini belirleme ve sonra bunları gösterici yardımıyla karanlık bir
yerde, bir perdeüzerinde yansıtarak
hareketi yeniden oluşturma işidir.Film göstermeye yarayan özel bir makineyle görüntülerin beyaz perdeye yansıtıldığı salon veya yapıya da sinema
denir. İlk film cihazına büyülü fener (lanterne magique) denmişti.5846 sayılı Fikir ve
Sanat Eserleri Kanunu'ndaki Madde 5'e göre
sinema: Tespit edildiği materyale bakılmaksızın, elektronik veya mekanik veya
benzeri araçlarla gösterilebilen, sesli veya sessiz, birbiriyle ilişkili
hareketli görüntüler dizisidir.''Ayrıca sinema, Yedinci sanat olarak kabul
edilir. Tarihte çekilen ilk Türk filmi, 14 Kasım 1914 tarihli, "Ayastefanos'daki
Rus Abidesinin Yıkılışı" olarak kabul edilse
de, ırksal değil, sosyolojik ve tarihsel bir bakışla Selanik'te Manakis
kardeşlerin gerçekleştirdiği filmleri (ki bu filmler Angelopoulos'un Ulysse'nin
Bakışı filmine de konu olmuştur) bu kategoride değerlendirmek bilimsel açıdan daha
doğru olacaktır.
"Yedinci sanat" olarak görülen sinema,
aslında perdeye arka arkaya gelen saydam bir film şeridi üzerindeki
görüntülerin, beynin gözün ağ tabakası üzerine düşen görüntüyü kısa bir süre
daha saklaması sayesinde hareketli görünmesinden ortaya çıktı. İlk bulunduğunda
insanları şaşkına uğratması nedeniyle "büyülü fener" adını alan
sinemanın gelişmesini sağlayan ilk ögelerden biri, 1824’de İngiliz fizikçi
Peter Mark Roget’ın yayımladığı "Hareketli Cisimlere İlişkin Olarak
Görüntünün Sürekliliği" adlı kuramsal çalışma oldu. Çeşitli ülkelerden
birçok mucidi harekete geçiren bu kuramdan, görüntünün sürekliliğini sağlayan
birbirine benzer aygıtlar geliştirdi. Bu nedenle sinemayla ilgili aygıtların
ilk önce nerede ve nasıl ortaya çıktığını kesin olarak söylemek güç.
Sinemanın temelinde yatan yanılsama, beynin gözün ağ tabakası üzerine düşen
görüntüyü kaybolmasından sonra da kısa bir süre algılamayı sürdürmesi ve
ardışık ağ tabaka görüntülerini, hareket eder biçimde algılaması olgularına
dayanır. Bu yüzden insan gözü, bir perde üzerinde belirli bir hızla (genellikle
sessiz sinemada saniyede 16, sesli sinemada saniyede 24 kare) ard arda
yansıtılan film karelerindeki görüntüleri kesintisiz bir hareket içinde görür.
Gözün sinemaya temel oluşturan bu özelliği fotoğrafın bulunmasından çok önce
biliniyordu, örneğin her sayfasına bir resim çizilmiş kitapların hızla
çevrilmesiyle hareket izlenimi yaratılabiliyordu. 1832 de yapılan
phenakistoscope ve 1834'te gerçekleştirilen zoetrope gibi optik aletlerle aynı
temele dayanarak hareketli görüntüler oluşturulmuştu. 1839'da fotoğrafın
bulunmasından sonra, hareketi eşit ve çok kısa aralarla sabit fotoğraflar
olarak saptayan yöntemler Edward Muybriagef, yan yana dizdiği fotoğraf
makineleriyle koşan bir atın görüntülerini saptadı ve dönen bir disk içine
yerleştirdiği bu fotoğraflarla hareketli bir görüntü yaratmayı başardı (1877).
Fransız fizyolog Etienne Jules Marey 1882'de kuşların uçuşunu incelemek
amacıyla, saniyede 12 fotoğraf çeken ve kamera takılmış bir makineli tüfeğe
benzeyen bir aygıt geliştirdi. 1887'de ABD'li Hannibal Goodwin'in fotoğraf
çekiminde selüloit film kullanması, bir yıl sonra da George Eastman'ın bu
uygulamayı geliştirerek makaraya sarılı selüloit film şeridinin seri üretimini
başlatması, sinema filminin gerçekleştirilmesi için bütün ön koşullan
hazırlamış oldu. Thomas Alva Edison ile yardımcısı William Kennedy Laurie
Dickson'ın yaptıklan kinetograf, kameranın ilk biçimi olarak ortaya çıktı. Bu
aygıtla, kenarlarına düzenli delikler açılmış 15 m'lik filmler üzerine saniyede
40 görüntü saptanabiliyordu. Edison kinetoskop adım verdiği bir gösterim aygıtı
aracılığıyla da bu görüntüleri hareketli bir biçimde yansıtmayı başardı. Ama bu
aygıt, gözlerini iki küçük deliğe dayayan tek bir izleyici tarafından
kullanılabiliyordu. Kinetoskopların ticari olarak satışa sunulmasıyla birlikte
Edison, kitlesel film çekimi yapılabilen ve güneşin durumuna göre tekerlekler
üzerinde döndürülen ilk film stüdyosu Black Maria'yı inşa etti.
Kinetoskopu Paris’te gören Fransız Lovis ve Auguste Lumiere kardeşler de
geliştirdikleri sinematograf adlı aygıtla ilk kez hareketli görüntü elde
ettiler. İşte sinemanın doğuşunu müjdeleyen ve tarihe geçen en önemli gelişme
bu oldu. Sinemanın "babası" olarak adlandırılan Lumiere kardeşler,
halka açık ilk film gösterimlerini de 1895’te Paris’te yaptı.
Süresi 15 dakikayla sınırlı bu ilk dönem filmler, iskambil oynayanlar, bir
demircinin çalışması, askerlerin yürüyüşü ya da bir bebeğin beslenmesi gibi
günlük yaşamdan alınmış görüntülerden oluşuyordu. Sonraları kısa komediler,
haber filmleri ve belgeseller de çektiler. Sinema yoluyla belirli bir öykü
anlatma dönemi ise Fransız yönetmen Georges Melies ile başladı.
Başlangıçta deney ya da basit eğlence türü olarak görülen sinema, hızla artan
ilgi karşısında geniş salonlarda kitlelere hitap etmeye başladı. Kısa zamanda
yaygın eğlence aracına dönüşen sinema, 20. yüzyılın başlarında önemli bir
ticaret ve sanayi dalı durumuna geldi. Avrupa’da ve ABD’de halk arasında
"düş sarayları" adı verilen lüks ve gösterişli sinema salonları
yapıldı.
İlk yıllarda sesi ve görüntüyü birlikte kaydeden bir aygıt olmadığından filmler
sessizdi. Sessiz sinema sürecinde çekilen filmler, gerek filmin imalatçıları ve
gerekse filmlerin türleri açısından büyük bir çeşitlilik sergiledi. Filmin konusu
bazen "sirk" ve "vodvil", bazen dünyanın çeşitli yerlerine
gönderilmiş kameramanların saptadıkları haber ve belgeseller oldu.
Ancak I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Avrupa sineması neredeyse
çöküntüye uğradı. Çünkü filmin ana maddesi olan selüloit barut yapımında
kullanılmaktaydı. Oysa, aynı dönemde ABD sineması önemli gelişmelere sahne
oldu. Bir "Milletin Doğuşu" ve "Hoşgörüsüzlük" gibi
filmlerle adını duyuran ABD’li
yönetmen David Griffith, sinemayı salt bir eğlence
aracı olmaktan çıkarıp izleyiciyi aynı zamanda düşünmeye de yönelten, çok yönlü
bir anlatım aracına dönüştürdü.
O yıllarda ABD’de sinema alanında büyük bir patlama yaşandı; uzun ve yüksek
maliyetli filmler art arda çekilmeye başlandı. "Star" tipi oyuncular
bu dönemde çıkmaya başladı.
I. Dünya Savaşı sonrasında, savaşın yıktığı Almanya’da sinema adına büyük
atılımlar yapıldı. Filmlerin geneli tarihi temalar üzerine, kostümlü ve
gösterişli siyasal-ideolojik ögeler yerleştirilmesiyle oluştu.
Aynı dönemde, SSCB’de dünyanın ilk sinema okulu olan Devlet Sinema Enstitüsü
kuruldu. Çağdaş sinemanın öncülerinden Sergei Eisenstein, "Potemkin
Zırhlısı"nı, dönemin önde gelen yönetmenlerinden Vsevolod Pudovkin sessiz
sinemanın başyapıtlarından olan "Ana"yı bu dönemde çekti.
Yine bu dönem, savaştan yara almadan çıkan ABD’de, sinema en büyük sanayi
dallarından biri durumuna geldi. Yumuşak iklimiyle açık hava çekimlerine uygun
olan Los Angeles kentinde Hollywood, ABD sinema sanayisinin merkezi durumuna
geldi. Metro-Goldwyn-Mayer, Paramount, United Artists gibi dev film şirketleri
o dönemde kuruldu. Western filmler ile komedinin revaçta olduğu bu yıllar en
önemli aktörlerden biri Charlie Chaplin oldu. 1920’lerde bir haftada otuz
milyondan fazla Amerikan sinemaya uğruyordu.
Sinemada sesli film dönemi 1920’lerin sonu ile 1930’larda başladı. Seyirci
sayısını büyük ölçüde etkileyen sesli sinema, oyunculuk alanında önemli
değişikliklere yol açtı. Sessiz sinemanın abartılı el kol hareketlerine dayanan
üslubu yerine doğallık ve yalınlık önem kazandı.
Walt Disney ilk sesli çizgi filmini bu yıllarda gerçekleştirdi. Dönemin önde
gelen yönetmenleri John Ford, Howard Hawks, Frank Capra, George Cukar ve Orson
Welles özgün üsluplarıyla sinema sanatına önemli katkılarda bulundu. Gerilim
filmlerinin babası sayılan Alfred Hitchcook da bu dönemin isimlerinden.
Sinema
sektörünü etkileyen faktörler
Renkli sinemaya geçişi de simgeleyen bu dönemin
renklendirme yöntemi ilk filmi Walt Disney’in "Üç Küçük Domuz" adlı
çizgi filmi oldu. Ancak, II. Dünya Savaşı yıllarında sinema dünyası büyük bir
durgunluk yaşadı. Bu dönemde, genellikle ordulara moral vermeyi amaçlayan savaş
filmleri çekildi. Ünlü yönetmen Alfred Hitchcook özellikle banyodaki soluk
kesici cinayet sahnesiyle tanınan "Sapık" adlı gerilim filmini 1950’lerde
çekti. Ne var ki, savaşın sonunda ABD sinemasındaki sansür ve senaryo yazarı ve
yönetmenlerin "kara listeye" alınması sinemayı derinden etkiledi.
Televizyon'un icadı
ve sinemaya etkisi
Sinemayı etkileyen bir diğer önemli gelişme, 1950-1960
arasında yaşandı. "Beyaz cam" olarak da nitelenen televizyonun hızla
yaygınlaşması sinema izleyicisini azalttı ve bazı büyük film şirketlerinin
çökmesine neden oldu. Bunun sonucunda yeni arayışlara giren bazı yönetmenler,
Hollywood’un cinsellik, şiddet, milliyetçilik gibi konulardaki kalıplaşmış
sinema anlayışının dışına çıkan filmler yaptılar ve sinemada gençliğe
yönelindi.
Sinema salonları, 1970 ve 1980’lerde etkileyici ses ve görüntü efektlerinin
kullanıldığı serüven ve bilimkurgu filmlerini ağırladı. Film maliyetleri ciddi
oranda arttı. Ancak, videonun yaygınlaşmasıyla birlikte bu dönemde de
"elektronik sinema" önem kazandı. Video pazarının yarattığı talep
nedeniyle büyük şirketler kadar bağımsız küçük şirketler de film yapma olanağı
buldu. Bunun etkisiyle bağımsız yenilikçi sinema canlandı.
Günümüzde ise sinema, insanların günlük yaşamdan kopmak, eğlenmek veya hoş
vakit geçirmek için sık sık gittiği eğlence araçlarından biri haline geldi. Her
ne kadar büyük ekran televizyonlar sinemayı etkilese de karanlık salonlarda dev
ekranda film izlemenin verdiği zevk değişmedi. Ancak sinema için en önemli
unsur, artık Hollywood’dun bariz egemenliği... Her ne kadar bağımsız filmler
gelişse ve Avrupa sineması kendine özgün yapıtlar ortaya koysa da
küreselleşmenin etkisiyle ABD sineması etkisini artırdı. Sinema, artık 110
dakikada, sanayileşmenin etkisiyle yalnızlaşan ve sürekli değişen gündem
karşısında duyarsızlaşan insanlara hem kaçış hem de dünyayı tanımlama imkanı
sunuyor.