23 Ocak 2013 Çarşamba

Kapsamlı Sinema Tarihi

Sinema, film üstüne saptanmış görüntülerin ya da çizilmiş desenlerin ışıkla bir perdeye art arda düşürülerek hareketli görüntüler elde edilmesi temeline dayanan sanat dalı. Sinema, herhangi bir hareketi düzenli aralıklarla parçalara bölerek bunlarınresimlerini belirleme ve sonra bunları gösterici yardımıyla karanlık bir yerde, bir perdeüzerinde yansıtarak hareketi yeniden oluşturma işidir.Film göstermeye yarayan özel bir makineyle görüntülerin beyaz perdeye yansıtıldığı salon veya yapıya da sinema denir. İlk film cihazına büyülü fener (lanterne magique) denmişti.5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'ndaki Madde 5'e göre sinema: Tespit edildiği materyale bakılmaksızın, elektronik veya mekanik veya benzeri araçlarla gösterilebilen, sesli veya sessiz, birbiriyle ilişkili hareketli görüntüler dizisidir.''Ayrıca sinema, Yedinci sanat olarak kabul edilir. Tarihte çekilen ilk Türk filmi, 14 Kasım 1914 tarihli, "Ayastefanos'daki Rus Abidesinin Yıkılışı" olarak kabul edilse de, ırksal değil, sosyolojik ve tarihsel bir bakışla Selanik'te Manakis kardeşlerin gerçekleştirdiği filmleri (ki bu filmler Angelopoulos'un Ulysse'nin Bakışı filmine de konu olmuştur) bu kategoride değerlendirmek bilimsel açıdan daha doğru olacaktır.




Sinema'nın Tarihi
"Yedinci sanat" olarak görülen sinema, aslında perdeye arka arkaya gelen saydam bir film şeridi üzerindeki görüntülerin, beynin gözün ağ tabakası üzerine düşen görüntüyü kısa bir süre daha saklaması sayesinde hareketli görünmesinden ortaya çıktı. İlk bulunduğunda insanları şaşkına uğratması nedeniyle "büyülü fener" adını alan sinemanın gelişmesini sağlayan ilk ögelerden biri, 1824’de İngiliz fizikçi Peter Mark Roget’ın yayımladığı "Hareketli Cisimlere İlişkin Olarak Görüntünün Sürekliliği" adlı kuramsal çalışma oldu. Çeşitli ülkelerden birçok mucidi harekete geçiren bu kuramdan, görüntünün sürekliliğini sağlayan birbirine benzer aygıtlar geliştirdi. Bu nedenle sinemayla ilgili aygıtların ilk önce nerede ve nasıl ortaya çıktığını kesin olarak söylemek güç.

Sinemanın temelinde yatan yanılsama, beynin gözün ağ tabakası üzerine düşen görüntüyü kaybolmasından sonra da kısa bir süre algılamayı sürdürmesi ve ardışık ağ tabaka görüntülerini, hareket eder biçimde algılaması olgularına dayanır. Bu yüzden insan gözü, bir perde üzerinde belirli bir hızla (genellikle sessiz sinemada saniyede 16, sesli sinemada saniyede 24 kare) ard arda yansıtılan film karelerindeki görüntüleri kesintisiz bir hareket içinde görür.

Gözün sinemaya temel oluşturan bu özelliği fotoğrafın bulunmasından çok önce biliniyordu, örneğin her sayfasına bir resim çizilmiş kitapların hızla çevrilmesiyle hareket izlenimi yaratılabiliyordu. 1832 de yapılan phenakistoscope ve 1834'te gerçekleştirilen zoetrope gibi optik aletlerle aynı temele dayanarak hareketli görüntüler oluşturulmuştu. 1839'da fotoğrafın bulunmasından sonra, hareketi eşit ve çok kısa aralarla sabit fotoğraflar olarak saptayan yöntemler Edward Muybriagef, yan yana dizdiği fotoğraf makineleriyle koşan bir atın görüntülerini saptadı ve dönen bir disk içine yerleştirdiği bu fotoğraflarla hareketli bir görüntü yaratmayı başardı (1877). Fransız fizyolog Etienne Jules Marey 1882'de kuşların uçuşunu incelemek amacıyla, saniyede 12 fotoğraf çeken ve kamera takılmış bir makineli tüfeğe benzeyen bir aygıt geliştirdi. 1887'de ABD'li Hannibal Goodwin'in fotoğraf çekiminde selüloit film kullanması, bir yıl sonra da George Eastman'ın bu uygulamayı geliştirerek makaraya sarılı selüloit film şeridinin seri üretimini başlatması, sinema filminin gerçekleştirilmesi için bütün ön koşullan hazırlamış oldu. Thomas Alva Edison ile yardımcısı William Kennedy Laurie Dickson'ın yaptıklan kinetograf, kameranın ilk biçimi olarak ortaya çıktı. Bu aygıtla, kenarlarına düzenli delikler açılmış 15 m'lik filmler üzerine saniyede 40 görüntü saptanabiliyordu. Edison kinetoskop adım verdiği bir gösterim aygıtı aracılığıyla da bu görüntüleri hareketli bir biçimde yansıtmayı başardı. Ama bu aygıt, gözlerini iki küçük deliğe dayayan tek bir izleyici tarafından kullanılabiliyordu. Kinetoskopların ticari olarak satışa sunulmasıyla birlikte Edison, kitlesel film çekimi yapılabilen ve güneşin durumuna göre tekerlekler üzerinde döndürülen ilk film stüdyosu Black Maria'yı inşa etti.

Kinetoskopu Paris’te gören Fransız Lovis ve Auguste Lumiere kardeşler de geliştirdikleri sinematograf adlı aygıtla ilk kez hareketli görüntü elde ettiler. İşte sinemanın doğuşunu müjdeleyen ve tarihe geçen en önemli gelişme bu oldu. Sinemanın "babası" olarak adlandırılan Lumiere kardeşler, halka açık ilk film gösterimlerini de 1895’te Paris’te yaptı.

Süresi 15 dakikayla sınırlı bu ilk dönem filmler, iskambil oynayanlar, bir demircinin çalışması, askerlerin yürüyüşü ya da bir bebeğin beslenmesi gibi günlük yaşamdan alınmış görüntülerden oluşuyordu. Sonraları kısa komediler, haber filmleri ve belgeseller de çektiler. Sinema yoluyla belirli bir öykü anlatma dönemi ise Fransız yönetmen Georges Melies ile başladı.

Başlangıçta deney ya da basit eğlence türü olarak görülen sinema, hızla artan ilgi karşısında geniş salonlarda kitlelere hitap etmeye başladı. Kısa zamanda yaygın eğlence aracına dönüşen sinema, 20. yüzyılın başlarında önemli bir ticaret ve sanayi dalı durumuna geldi. Avrupa’da ve ABD’de halk arasında "düş sarayları" adı verilen lüks ve gösterişli sinema salonları yapıldı.

İlk yıllarda sesi ve görüntüyü birlikte kaydeden bir aygıt olmadığından filmler sessizdi. Sessiz sinema sürecinde çekilen filmler, gerek filmin imalatçıları ve gerekse filmlerin türleri açısından büyük bir çeşitlilik sergiledi. Filmin konusu bazen "sirk" ve "vodvil", bazen dünyanın çeşitli yerlerine gönderilmiş kameramanların saptadıkları haber ve belgeseller oldu.

Ancak I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Avrupa sineması neredeyse çöküntüye uğradı. Çünkü filmin ana maddesi olan selüloit barut yapımında kullanılmaktaydı. Oysa, aynı dönemde ABD sineması önemli gelişmelere sahne oldu. Bir "Milletin Doğuşu" ve "Hoşgörüsüzlük" gibi filmlerle adını duyuran ABD’li
yönetmen David Griffith, sinemayı salt bir eğlence aracı olmaktan çıkarıp izleyiciyi aynı zamanda düşünmeye de yönelten, çok yönlü bir anlatım aracına dönüştürdü.

O yıllarda ABD’de sinema alanında büyük bir patlama yaşandı; uzun ve yüksek maliyetli filmler art arda çekilmeye başlandı. "Star" tipi oyuncular bu dönemde çıkmaya başladı.

I. Dünya Savaşı sonrasında, savaşın yıktığı Almanya’da sinema adına büyük atılımlar yapıldı. Filmlerin geneli tarihi temalar üzerine, kostümlü ve gösterişli siyasal-ideolojik ögeler yerleştirilmesiyle oluştu.

Aynı dönemde, SSCB’de dünyanın ilk sinema okulu olan Devlet Sinema Enstitüsü kuruldu. Çağdaş sinemanın öncülerinden Sergei Eisenstein, "Potemkin Zırhlısı"nı, dönemin önde gelen yönetmenlerinden Vsevolod Pudovkin sessiz sinemanın başyapıtlarından olan "Ana"yı bu dönemde çekti.

Yine bu dönem, savaştan yara almadan çıkan ABD’de, sinema en büyük sanayi dallarından biri durumuna geldi. Yumuşak iklimiyle açık hava çekimlerine uygun olan Los Angeles kentinde Hollywood, ABD sinema sanayisinin merkezi durumuna geldi. Metro-Goldwyn-Mayer, Paramount, United Artists gibi dev film şirketleri o dönemde kuruldu. Western filmler ile komedinin revaçta olduğu bu yıllar en önemli aktörlerden biri Charlie Chaplin oldu. 1920’lerde bir haftada otuz milyondan fazla Amerikan sinemaya uğruyordu.

Sinemada sesli film dönemi 1920’lerin sonu ile 1930’larda başladı. Seyirci sayısını büyük ölçüde etkileyen sesli sinema, oyunculuk alanında önemli değişikliklere yol açtı. Sessiz sinemanın abartılı el kol hareketlerine dayanan üslubu yerine doğallık ve yalınlık önem kazandı.

Walt Disney ilk sesli çizgi filmini bu yıllarda gerçekleştirdi. Dönemin önde gelen yönetmenleri John Ford, Howard Hawks, Frank Capra, George Cukar ve Orson Welles özgün üsluplarıyla sinema sanatına önemli katkılarda bulundu. Gerilim filmlerinin babası sayılan Alfred Hitchcook da bu dönemin isimlerinden.
Sinema sektörünü etkileyen faktörler
Renkli sinemaya geçişi de simgeleyen bu dönemin renklendirme yöntemi ilk filmi Walt Disney’in "Üç Küçük Domuz" adlı çizgi filmi oldu. Ancak, II. Dünya Savaşı yıllarında sinema dünyası büyük bir durgunluk yaşadı. Bu dönemde, genellikle ordulara moral vermeyi amaçlayan savaş filmleri çekildi. Ünlü yönetmen Alfred Hitchcook özellikle banyodaki soluk kesici cinayet sahnesiyle tanınan "Sapık" adlı gerilim filmini 1950’lerde çekti. Ne var ki, savaşın sonunda ABD sinemasındaki sansür ve senaryo yazarı ve yönetmenlerin "kara listeye" alınması sinemayı derinden etkiledi.
Televizyon'un icadı ve sinemaya etkisi
Sinemayı etkileyen bir diğer önemli gelişme, 1950-1960 arasında yaşandı. "Beyaz cam" olarak da nitelenen televizyonun hızla yaygınlaşması sinema izleyicisini azalttı ve bazı büyük film şirketlerinin çökmesine neden oldu. Bunun sonucunda yeni arayışlara giren bazı yönetmenler, Hollywood’un cinsellik, şiddet, milliyetçilik gibi konulardaki kalıplaşmış sinema anlayışının dışına çıkan filmler yaptılar ve sinemada gençliğe yönelindi.

Sinema salonları, 1970 ve 1980’lerde etkileyici ses ve görüntü efektlerinin kullanıldığı serüven ve bilimkurgu filmlerini ağırladı. Film maliyetleri ciddi oranda arttı. Ancak, videonun yaygınlaşmasıyla birlikte bu dönemde de "elektronik sinema" önem kazandı. Video pazarının yarattığı talep nedeniyle büyük şirketler kadar bağımsız küçük şirketler de film yapma olanağı buldu. Bunun etkisiyle bağımsız yenilikçi sinema canlandı.

Günümüzde ise sinema, insanların günlük yaşamdan kopmak, eğlenmek veya hoş vakit geçirmek için sık sık gittiği eğlence araçlarından biri haline geldi. Her ne kadar büyük ekran televizyonlar sinemayı etkilese de karanlık salonlarda dev ekranda film izlemenin verdiği zevk değişmedi. Ancak sinema için en önemli unsur, artık Hollywood’dun bariz egemenliği... Her ne kadar bağımsız filmler gelişse ve Avrupa sineması kendine özgün yapıtlar ortaya koysa da küreselleşmenin etkisiyle ABD sineması etkisini artırdı. Sinema, artık 110 dakikada, sanayileşmenin etkisiyle yalnızlaşan ve sürekli değişen gündem karşısında duyarsızlaşan insanlara hem kaçış hem de dünyayı tanımlama imkanı sunuyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder